100 yıl önce de İsrail kurulacak diyorlardı. Atatürk kuramazsınız diyordu. Atatürk’ün ölümü, İsrail’in kuruluş temelidir. Atatürk, İsrail’in kuruluşu mümkün değil, buna müsaade etmeyeceğiz diyordu. Gerekirse savaşırız diyor.
Bugün o kapasite de bu ülkeyi yönetecek kimse yok Türkiye’de. İsrail’in kuruluşu Atatürk’ün ölümü ile, Büyük İsrail’in kuruluşu da 11 Eylül’ le başladı. Eğer Türkiye laiklik süreci devam ediyor olsaydı, İsrail in bu tutumunu bugün sürmesi mümkün değildi.
Erdoğan bugün iktidarsa , ne var ne ypk babalar gibi satabiliyorsa sebebi iktidara getiren güçlerdir .
Büyük İsrail’in kurulması için Mısır, Suriye, Irak, Türkiye, Libya’nın ve Irak’ın etkisizleştirilmesi gerekiyordu. İsrail’e kafa tutan ülkeler paramparça edildi. Türkiye’nin ordusu var ama????
Ama ve çünküler yok mu ?
Her seçim döneminde bakıyoruz . Uçmayan uçaklar, yürümeyen arabalar ve daha neler neler ekranlarda, gazete manşetlerinde, bizzat Erdoğan ve AKP tarafından seçim kampanyalarında.
O kadar münis bir kitle var ki ! Adamlara eşşeğe binip savaşa gidiyoruz deseler alkış tufanı kopacak.
Ordumuz var gibimsi . Güçlü ordu , güçlü Türkiye doktrininden çok uzakta.
Çünkü ordumuz yıllardır sistematik saldırıya tabi tutuldu.
Erdoğan ve Akp , Ama 15 senedir Kudüs, Irak’a gidiyoruz….
Erbakan’ın döneminde de aynıydı.
Asıl perspektif ise , bu tür züğürt düşüncelerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına siyaset adı altında facia ile sonuçlanması.
Tam seksen yıl boşa kürek çekmişiz. Adına Demokrasi denen oyunun tezgahında koca bir devletin yıkılışını seyrediyoruz.
100 sene önceki plan devam ediyor. 1919’daki savaş devam ediyor. 2018, 1919’daki savaşın devamı. Biz tuzağa düştük. ABD, bizi hasım olarak görecek artık.
Erdoğan “ Abdülmecid, dedem “ demişti. İşte kendi döneminde Türkiye milyarlarca dolarlık borç batağında. Millet batmış. Bütün mesele benzemek isteyende. İstediğin zaman benzersin. Siz olsanız Atatürk’ü mü örnek alırsınız. Yoksa Abdülmecid’i mi? Bütün mesele bu…
Legion d’honneur: O güne kadar hiçbir Osmanlı Sultanı, yabancı devlet nişanı kabul etmemişti. Ama Abdülmecid Han (?) kabul etti” “Nişan’ı, Fransa İmparatoru adına, Fransa Elçisi taktı.” Törenin ihtişamı konuşuldu günlerce” “Nişan”ı takan İngiltere Elçilik Piskoposu Abdülmecid’e şöyle der: ”Siz bundan sonra, İsa yolunda çalışacak, onun için her türlü özveriyi yapacak bir şövalyesiniz.” İslam halifesinin HAÇLI ŞÖVALYE unvanı almış olması bir artı olabilir miydi? Sonucunu millet savaş meydanlarında ödedi.
Abdülmecid’e İkinci ödül İngiltere”den geldi. “Diz Bağı” Nişanı” Garter Haçlı Şövalyeleri’ne takılan; yani Hıristiyanlık uğrunda savaşanlara”. Osmanlı Sultanı ve İslam aleminin Halifesi, artık bir Garter Haçlı Şövalyesi”dir. Padişahlık arması “Windsor Şatosu”ndaki St. George Kilisesi”nin duvarına asılır.
Tarih: 21 Haziran 1867:Osmanlı tahtında oturan Abdülaziz yanına, tahtın müstakbel varisleri V. Murat ve II. Abdülhamit’i alarak Avrupa gezisine çıkar. Bu geziden on gün önce, yabancılara toprak satışı yasasını çıkarmıştır. Kardeşinin (Abdülmecid) yolunda ilerlemenin huzuru içindedir. Ne tesadüf ki 2011 Haziran seçimlerinden sonra YABANCILARA TOPRAK SATIŞINI açan yasa AKP gurubu tarafından onaylanmış ve Bakan Bayraktar, toprak satışından 120 Milyar dolar gelir beklediklerini açıklamıştı. İlginçtir ki MÜTEKABİLİYET yani KARŞILIKLILIK ilkesi kaldırılarak bu kanun çıkartılmıştı. Aynı şekilde 2B yasası adı atında köylülerin dededen kalma arazilerine el konuldu. Arazisini alacak parası olmayan köylünün arazisini yabancılar almaya başladı.
Tarih: 21 Haziran 1867: Fransa’yı kıskanan İngiltere karşılıkta gecikmez. Bizzat “İngiltere Kraliçesi Viktorya”dan ödül haberi gelir.” Bildik bir ödül: “Diz Bağı” Nişanı” Hani, şu “Ulu Haç” için savaşanlara verilen “Nişan” Knight Grand Cross of the Order of the Bath.
Tarih: 21 Haziran 1867: ”Nişan” Windsor Kalesi St. George Kilisesi”nde başrahibinin huzurunda törenle verilmektedir. Ancak, İslam dünyasının halifesi için bu kural bozulur.” “Özel bir hassasiyet gösteren Majesteleri”, bir İngiliz savaş gemisinde (Saint aziz) elleri ile takar”.Nişan’ı”Abdülaziz” efendiye. Artık İslam halifesi de artık bir Garter Şövalyesi”dir.
Tesadüfler hep tarihi tekerrür ettiriyor. Ne tesadüf İngiliz Amiral gemisi İstanbul’a gelerek Dolmabahçe önünde demirlemişti. 11. Cumhurbaşkanı Gül ve Erdoğan beraberce basının görüntüleyemediği bir ortamda hesapta AKŞAM YEMEĞİ yemişlerdi. İngiliz Kraliçesinin huzurunda. Ne verdiler? Ne aldılar? Kimse bilmiyor. Biz öyle diyelim. Aslında bugün anlamamız gereken verilmiş olan Anadolu…
11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e İngiltere Kraliçesi tarafından takdim edilen nişan sonrasında yanaşma basının manşetleri olan gazetelerde manşetler şöyle: “Büyük Şövalye Nişanı”nın haçsız olanı takılıyor Sn. Gül’e” “Özel bir hassasiyet gösteriyor majesteleri”
İlk manşette beyinlilere, ikincisinde ise beyinsizlere mesaj veriyordu.” Beyni hasar yemiş kalemler böyle yazmıştı. Ne var ki bunda! Altı üstü bir madalya, onu alınca kimliğimiz mi değişecek! Diyenlerin yüzleri Allah’ın huzuruna döndüklerinde utanmıyorlar mı?
Bir iğne dahi verilse, eğer o ülke İngiltere ise çok şey değişebilir. 200 yıldır Osmanlı ve Türkiye siyasetinde etkin rol oynayan, ülkemizi; savaşa sürükleyen, işgal eden, sömüren ve hükümetlerimizden anahtarlık yapan, kokuşmuş çoraplarını başımıza takke diye geçiren İngiltere”den bahsedilince binlerce kez düşünmeliyiz.
Üzerinde Güneş (Haç) Batmayan İmparatorluk. Türk Halkının Başı, İngiltere tarafından “Diz Bağı Nişanı” ile ödüllendiriliyor ise bunun ülkemize hiç bir katkısı olamazdı.
Dedik ya ! Siyasetçilerimiz vasatın vasatı .
İngiltere kraliçesi elinden diz bağı nişanı aldın ya ! Olay bitmiştir. Bu topraklar artık Kraliçe tarafından takdis edilmiştir.
Bu ihaneti bilerek yapan Erdoğan`ın dedem dediği Abdülmecid ve kardeşim dediği Gül ikilemi karşımızdayken … Kim yerli ve milli diye soralım .
Bakın Atatürk bu oyuna nasıl gelmemiş..
1932 yılı. Sıcak bir ağustos gecesi, Çankaya köşkünde sofra kurulur. Herzaman olduğu gibi, meşhur sofranın gündemi memlekette tartışılanlar önemli meseleler, gazatelerde çıkan haberler. O gün, konu dönüp dolaşıp dizbağı nişanına gelir, çünkü bir İngiliz gazetesi Atatürk’e “Dizbağı Nişanı” verileceğini yazmış ve Türk gazetelerinin de hemen mevzu hakkında haberler yapmıştır. Oysa ortada böyle bir girişim, bir teklif yoktur. İsmet Paşa, Atatürk’e haberin tekzip edilmesi gerektiğini söyler, Atatürk de tekzibin gerekliliğini onaylar.
Ne olduysa bundan sonra olur, Atatürk tekzip metnine bir cümle daha eklenmesini ister: “Zaten İspanya kralından arta kalan böyle bir nişan Türk Reisicumhuru’na verilemez. Verilecek olsa bile Türkiye Reisicumhuru o nişanı kabul etmez”. İsmet Paşa bu noktada itiraz eder, “Verilse de almayız” şeklinde bir açıklamanın lüzumsuz olduğunu söyler. Atatürk, “Sen benim dediğimi ilave et. İngilizler beni sever. Onlar benim için Loit Corc’u bile kabineden attılar” der. İnönü: “Loit Corc atılmadı, siyasetinde başarılı olamadığı için kabineden çekildi”. Sofrada hava bir anda buz keser. Herkes gerilmiştir. Öfkelenen Atatürk, İnönü’ye “İsmet Paşa’nın itirazının sebebini anlıyorum. Geçen gün İktisat Vekili’ne yaptığım muameleye kızdı” deyince tartışma hükümet meselelerine kayar. Atatürk hükümetin icraatlarını sert bir şekilde eleştirmeye başlamıştır.
Mesele o kadar büyümüştür ki bi ara Atatürk’ün ağzından şu sözler dökülür: “Seni ben mahvederim İsmet… İsmet…”. Sofra falan unutulmuş, yemek yarım kalmış, İsmet İnönü köşkü terketmiştir. Atatürk, İsmet Paşa’nın elini sıkmadan salondan ayrılmasından sonar yanındakilere “Gördünüz mü İsmet Paşa’nın bu akşamki vaziyetini” der ve ekler; “Fakat ben buna asla tahammül edemem, yarın Ankara’ya giderek kabineyi bizzat kendim teşkil edeceğim”. Ertesi sabah Salih Bozok’un çabalarıyla iki taraf barıştırıldığı için mesele hükümet krizine sebep olmadan kapatılır. Aralarındaki sorunlar bir süre için ötelenir.
Aslında Atatürk ve İnönü arasında geçen “Dizbağı nişanı” tartışması ne ilk ne de son kavgalarıdır. Resmi tarihte pek sık dillendirilmeyip geçiştirilse de, aralarındaki problem sadece ekonomi, dışilişkiler ve iç politika odaklı bir problem değil, daha çok bir güç mücadelesidir. Nitekim, İnönü sık sık hükümetin işlerine müdahale edildiğinden yakınır. İnönü’nün bir tartışma esnasında Atatürk’e: “Başvekil miyim, kıçvekil miyim, anlayamıyorum, nefes aldırmıyorsunuz. Kendi düşüncelerimi, kendi nokta-i nazarlarımı tatbik edemiyorum” diyerek sitem etmesi bu söylediklerimi kanıtlar niteliktedir.
Aralarındaki bağların kopmasını sağlayacak ve İnönü’nün uzun yıllardır sürdürdüğü başbakanlık görevinden Atatürk’ün isteğiyle uzaklaştırılmasının sebebi olacak olayları da başka bir yazıda ele almak üzere bu yazıyı noktalıyorum.
Sevgiyle kalın … ATABEY H.Hakkı Kahveci
Atatürk gibi Türk`üz
Atatürk gibi Türk`çüyüz
Korktukları Türk biziz.